Bruno'nun Yargıçlarından 425 Yıl Sonra...

Bruno'nun Yargıçlarından 425 Yıl Sonra...

   Yargı, bir yol ayrımındadır, varlık ve meşruiyet zeminini hatırlayarak, ya kodlarında bu güce sahip olduğunu bildiğimiz gibi hukukun adil sonuçlar üretmesine izin verecek ya da görülmek ve hukukun, ulusal ve ulus üstü metinler arasına serdiği hakların tanınmasını istemek demek olan adalet istencine gözlerini kapatmaya devam edecek.

Tutanaklarda “orta boylu, kumral sakallı, 40 yaşlarında bir adam” ifadesiyle tanımlanan Giordano Bruno, edebiyat, felsefe ve bilim insanı olarak yakılarak öldürülen ilk Engizisyon kurbanıydı. Venedik’te ihbar edilerek yakalandıktan sonra dönemin doğrudan Roma’ya bağlı olmayan, Venedik Cumhuriyetinin denetimindeki, Venedik Senatosu’nun yetkisi altında çalışan, Papalık elçisi, Venedik patriği, Engizisyon başhakimi ve Senato tarafından atanan üç laik üyenin oluşturduğu karma yapıda bir mahkemede yargılanır. Eylül 1592’de Roma’daki Engizisyon Mahkemesi, Bruno’nun Roma’ya sevkini talep eder. Venedik mahkemesi, kendi yargı yetkisini korumak istese de Papa’nın temsilcisi Bruno’nun Venedik vatandaşı olamaması nedeniyle sevk konusunda ısrarlı davranır, nihayetinde Bruno, Şubat 1593’te Roma’ya teslim edilir.

Şubat 1600’de Engizisyon başhakiminin sarayında mahkeme huzuruna çıkarılır. Kardinallerden oluşan heyet önünde, önce aforoz edilir, ardından “kan dökülmeksizin cezalandırılmasına” hükmedilir. Kararı dinledikten sonra Bruno; “Sanıyorum ki, siz bu kararı, benim duyduğum korkudan daha büyük bir korkuyla verdiniz” der. Sekiz gün daha hapis tutulan Bruno, pişmanlık göstermez, 17 Şubat 1600 günü sabah saatlerinde Campo de’ Fiori meydanına götürülür. Yakılacağı sırada kendisine uzatılan haçı iter ve bedenini alevlere çevirir.

Bilimin, düşünce özgürlüğünün ateşle sınandığı bu dönüm noktasında, Bruno, adil yargılama, ispat yükü, bağımsız ve tarafsız yargı ilke ve kavramlarının gelişmediği dönemde kendisini yargılayan yargıçlara ciddi bir muhakeme dersi vermişti.

Egemenliğin kaynağının ilahi olduğu dönemin toplumlarında yargıçların da dini bir nitelik taşıdıkları, kaynağa ve kurulu düzene yönelen tüm tehditleri ortadan kaldırmakla yükümlü bulundukları, düzenin güç kullanımını meşrulaştırarak düzen karşıtlarını cezalandıran bir sistemin parçası oldukları bilinmektedir. Bu süreç, yıllarca süren savaşlar ve binlerce insanın ölümüne yol açtıktan sonra modern dönem, egemenliğin kaynağının tanrı değil, halk olduğunu belirledi. Bütün bir liberal örgü, bu dönemde varsayımsal bir uzlaşı üzerine kurguladığı hukuku, nihayetinde aynı karanlığa dönmemek üzere evrensel bir haklar manzumesi ile de taçlandırdı. Dini otorite ile bağı kalmayan yargıcın, laik yargı sistematiği içerisinde, halk egemenliğine dayalı kuvvetler düzeninde etkinliğinin rejimin olanaklarına bağlı olduğu açıkça görüldü. Bu olanağın ancak hukuk devleti ilkesi ile yaratılabileceği de evrensel kabul gördü. Ne var ki, yirminci yüzyılın son çeyreği ve yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği ise politik alanın, bu evrensel kabulleri aşındırma çabalarının kısa tarihidir.

Yurttaşın hak ve özgürlüklerinin güvencesi, devlet dahil olmak üzere herkesin hukukla bağlılığının teminatı olarak görülen yargı, gelinen aşamada egemenliğin kaynağı ile bağını kesmiş, güçler ayrılığının olmadığı, yürütme eksenli bir zemine yerleşmiştir. Orta Çağ’dan farklı olarak bugün yargı, gerçek işlev ve varlık nedenini tanımakta ancak popülist yönetimlerin kendisine biçtiği rol ve konumu kabul etme eğilimindedir.

Bruno’nun yargıçları, hukuk disiplininin ürettiği yargılamaya egemen ilkelerden haberdar değildi. Yıllarca sorgulandı, kitapları delil olarak kabul edildi, çok sayıda tanık dinlendi, masumiyetini ispat etmesi beklendi. 

Bugün, temel hak ve özgürlükler ile hukuk düşüncesi, disiplini, yargılama etkinliği konusunda çok sayıda kurum, kural, ilke, eser ve birikime sahibiz. Buna karşılık, yargı, varlık sebebini, bir güç olarak yaslandığı ve üzerinde yükseldiği zemini hatırlamakta zorlanmaktadır. Bugünkü pratikler; yürütme organı mensupları gibi savcılıklarca yapılan basın açıklamaları ile haklarında soruşturma yürütülen kişilerin peşinen mahkum edilmeleri, savunmadan gizli yürütülen soruşturmalar, peşinen cezalandırma sonucu doğuracak biçimde ve hukuki güvenlik ilkesini ihlal eden en ağır koruma tedbirlerinden olan tutuklama tedbirinin sıkça uygulanması, kamuoyu denetimini olanaksızlaştıracak şekilde düzenlenen binlerce sayfalık iddianameler, ceza infaz kurumlarında yürütülen yargılamalar, savunma görevini ifa eden avukatlara yönelen soruşturma ve tutuklama kararları, savunmanın meslek örgütü barolara yönelen hukuk ve ceza davaları, uygulanmayan Anayasa Mahkemesi kararları, uygulanmayan AİHM kararları bu bilinçli hafıza yitiminin birkaç örneğidir.

Bütün bir hukuk eğitiminin üzerine kurgulandığı değerlerin inkarı anlamına gelen bu uygulamaların, toplum tarafından kolayca benimsendiği söylenemez. Bugün, işsizlik, derinleşen yoksulluk, gelir adaletsizlikleri gibi pek çok soruna karşılık, toplum, yurttaşın adalet ihtiyacını gidermek üzere inşa edilen yargının anayasal zemininden uzaklaşarak eylediğini görüp, hukukun adil sonuçlar üretmesine izin vermeyen araçsallaşmış yargıya karşı sesini yükseltmekte, içinde bulunduğu durumu neredeyse toplumsal muhalefet gündeminin ilk sırasına taşımaktadır. Ulusal ve ulus üstü pek çok düzenlemenin güvencesinde bulunan yargı bağımsızlığı ilkesinin yitimine, hatta yargının rıza gösterdiği bu aşınmaya karşı, bağımsız yargı hakkı mücadelesi yürütme çabasındadır. 77 yıl önceden, 10 Aralık 1948’den bugüne seslenen İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin çığlığına her şeye rağmen kulak veren, hafızasını silmeyi reddeden toplum, korku ile sınanan yargıya rağmen 10. Maddeyi her fırsatta hatırlatmaktadır; “Herkes, haklarının ve yükümlülüklerinin veya kendisine yöneltilen herhangi bir suçlamanın saptanmasında, tam bir eşitlikle davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkemece adil bir şekilde ve açık olarak görülmesi hakkına sahiptir.”

Zira içinde bulunduğumuz toplum, hâlâ evrensel değerlerden beslenen bir hukukun belirlediği bağ ile medeni bir biçimde birlikte yaşama iradesine sahiptir. Yargı, bir yol ayrımındadır, varlık ve meşruiyet zeminini hatırlayarak, ya kodlarında bu güce sahip olduğunu bildiğimiz gibi hukukun adil sonuçlar üretmesine izin verecek ya da görülmek ve hukukun, ulusal ve ulus üstü metinler arasına serdiği hakların tanınmasını istemek demek olan adalet istencine gözlerini kapatmaya devam edecek.

Muktedirin değil, hukukun diliyle söylemek, hukukun sözüyle eylemek zorunda olan yargıç ise ya hukuku, tamamen korkuya teslim ederek konforunu koruyacak ya da hem yargının unsurları hem de toplum kesimlerinin bağımsız yargılanma hakkına sahip çıkan sesine kulak vererek yurttaşın hak ve özgürlüklerinin güvencesi, herkesin hukukla bağlılığının teminatı olma görevini yeniden üstlenerek Bruno’nun yargıçları gibi korkuya teslim olmayacağını gösterecektir.


Beyhan Güler/ Yargıçlar Sendikası Başkanı

https://haber.sol.org.tr/haber/brunonun-yargiclarindan-425-yil-sonra-404161