YENİ ADLİ YIL, ADİL BİR YIL OLSUN !..

YENİ ADLİ YIL, ADİL BİR YIL OLSUN !..

YENİ ADLİ YIL, ADİL BİR YIL OLSUN !..

Geçtiğimiz adli yıl, yargı bağımsızlığı ve toplumun adalet beklentisi yönünden ciddi tartışmaların gölgesinde geçti. Yeni bir yıla umutla başlarken, yaşananlara ilişkin değerlendirmelerimizi ve beklentilerimizi kamuoyu ile paylaşmayı tarihsel ve toplumsal bir sorumluluk olarak görüyoruz.

2017 yılı Anayasa değişiklikleri ile getirilen ve meclis çoğunluğuna sahip partili bir cumhurbaşkanı kurgusuna dayanan  “cumhurbaşkanlığı hükümet“ sistemi, anayasalcılık anlayışının güçler ayrılığı ilkesinin  yasama, yürütme ve yargı organları arasında öngördüğü  fren-denge sisteminin kuralları ve kurumlarını oluşturamadı. Zaman içinde yürütme,  “çoğunlukçu” anlayışı, mal, hizmet ve kaynak dağıtımındaki “kayırmacı”  yaklaşımı ve anayasal düzeyde “orantısız yetkileri” ile siyasal parti grupları aracılığıyla yasamanın yerindelik ve hesap denetiminden,   bağımsız yargı aracılığıyla etkin bir  hukuka uygunluk denetiminden, özgür basın ve  örgütlü sivil toplum aracılığıyla kamuoyu denetiminden neredeyse tamamen bağışıklandı. Bu durum, hükümete yalnızca yürütme görevini veren ve anayasal iktidarı yasama ve yargı organları ile medeni bir işbölümü içinde paylaşmasını öngören çağdaş demokrasi anlayışının; en başarısız biçimine karşılık gelen yürütmenin mutlak siyasal iktidarı da kullanabilmesi sonucunu doğurdu. Bilinmelidir ki çağdaş demokrasilerde seçimler,  yürütme yetki ve görevini alan siyasal kadrolara  yalnızca kurumları yönetme  ve kuralları uygulama yetkisi verirken; kurumları ele geçirerek, kuralları da değiştirme yetkisi vermemektedir.

Anayasal demokrasimiz; çoğunlukçu değil çoğulcu, dışlayıcı değil katılımcı, ötekileştirici değil kapsayıcı, dayatmacı bir güce değil toplumsal rıza ve hoşgörüye dayanan bir demokratik toplum düzeni öngörmektedir. Ülkemizde yüzlerce yıldır farklı kültürler, inanışlar, etnisitelerin bir arada yaşama deneyimi ve isteğinin aksine; son yıllarda ayrıştırıcı, çatışmacı, kayırmacı, salt çoğunlukçu bir siyaset anlayışı, yaşamın her alanına egemen olmaya başlamıştır.

Cumhuriyetimiz; ulusumuzun beklentisi ve kuruluş değerlerinin aksine, zaman içinde ihtiyaç duyduğu çoğulcu ve katılımcı demokrasiyi kurma ve onu güçlü bir hukuk devleti ile kalıcı kılma hedefinden giderek uzaklaşmaktadır. Demokrasimiz; vesayetçi devlet anlayışının tarihimize sunduğu askeri darbelerle derin kırılmalar yaşayagelmiştir. Siyaset, bu deneyimleri hep daha fazla güç, otoriterleşme ve giderek totaliterleşmenin mazareti olarak kullanmayı seçmiş; sürekli daha güçlü bir yürütme gücüne ihtiyaç duymuştur. Ancak; yürütme aracılığıyla ülkemizi yönetme yetkisini alan siyasal iktidarın gücünü denetleyecek, dengeleyecek sivil toplumu, örgütlenme özgürlüğünü, özgür medyayı, anayasal iktidarı paylaştığı etkili, bağımsız ve tarafsız bir yargı ile güçlü yasama organını  göz ardı edegelmiştir.

Bugün ülkemiz uygarlığın kabul ettiği anayasalcılık anlayışının  aksine; güçler ayrılığı bakımından derin bir dengesizlik yaşamaktadır. Seçilmiş, partili Cumhurbaşkanı; Anayasanın, Siyasal Partiler Kanunu ile Seçim Kanunu’ nun tanıdığı olanaklarla bir yandan yasama organının oluşumu ve işleyişini; bir yandan yargı örgütünün yönetimi ve oluşumunu tek başına belirlemektedir. Bu durum toplumda; yürütmenin  sivil toplum,  basın, yasama ve yargı üzerindeki dengesiz gücünün  oluşturduğu totalitarizm algısı ile  yürütme yetkisini kullanan siyasal güce salt mutlak yönetme yetkisi yanında, yaşadığımız “nesnel gerçekliği”, elindeki iktidar aygıtları ile  tasarlanmış bir “hakikate” dönüştürecek düzeyde otoriterlik algısının da  oluşmasına neden olmuştur. Bu algının; anayasal sistemimiz açısından, gerçek olması kadar ağır olumsuz siyasal, toplumsal, ekonomik  sonuç ve etkiler  oluşturduğu kabul edilmelidir. Tüm bu  Anayasal sistemsel sapmaların neden olduğu  sorunların siyasal, ekonomik ve sosyal boyutlarını değerlendirmeyi, alanının uzmanlarına ve sonuçlarına katlanmak veya çözüm üretmekle sorumlu olan siyaset alanına ve toplumun sağduyusuna  bırakmak gereğine inanıyoruz.

Ancak, toplumun huzur içinde yaşaması, refaha ulaşması, güvende ve birlik içinde bugününden emin ve geleceğe özgüvenle bakmasının mutlak öncülünün; “adalet gereksiniminin” tatmin edilmesi olduğunu biliyoruz. Toplumda herkesin kanun önünde eşit olduğu; hukuksal güvenliğinin, üstün ve evrensel hukuk ilkeleri ile korunduğu; devletin hukuka bağlı ve insan haklarına, bireyin temel hak ve özgürlüklerine saygılı olduğu;  devlet kurumlarının hukuka aykırılıklarının bağımsız yargı kurumları ile denetlendiği, bireye ve topluma karşı suçların adil bir yargılama ile cezalandırıldığı, mahkeme kararlarının kesin ve herkes için bağlayıcı olduğu,  bireyin toplum önünde insan olmasından kaynaklanan güvenilirliğine ilişkin lekelenmeme ve insan onuru ile temel haklarına dokunulmamasına özen gösterildiği bir hukuk düzeninin de “adalet” gereksiniminin sağlanmasının temel gereği olduğuna inanıyoruz. Bu gereklerin yalnızca hukuksal düzenlemeler ve şekli bir yargı düzeninin varlığı ile  sağlanamayacağını da görüyoruz. Giderek; tarihin karanlığında kalması gereken; siyasal gücün hukuk normları tarafından sınırlanması yerine, hukuk normlarının geçerliliğinin siyasal değerlendirmelere bırakıldığı, hukukun yalnızca siyasetin suskun kaldığı alanlarda etkinleşebildiği ve yargı yetkisinin sınırlarının siyasal olarak nitelendirilmeyen konulara özgülenerek siyaset tarafından belirlendiği “ikili devlet” algısı yaratan anlayış ve uygulamalardan  hemen uzaklaşılması gerektiğini düşünüyoruz.

Adalet için kanun devleti ve/veya önlem devleti ikileminde sıkışmış bir sisteme değil; toplumsal ahlak, eşitlik, dayanışma, açıklık, çoğulculuk,  katılımcılık, hoşgörü anlayışı içinde bireyin hak ve özgürlüklerinin mutlaka korunduğu ve devletin kendi hukuku ile mutlaka bağlı bulunduğu, hukuk devleti anlayışının üstün geldiği bir işleyişe gereksinim  duyuyoruz. Bu bakımdan;  yargı gücünün Anayasamızda da karşılığını bulan  medeni bir işbölümü içinde yasama ve yürütme organları karşısında tam bir bağımsızlığa sahip olması gereği de tartışmasızdır. Bilinmelidir ki; yargı bağımsızlığı aynı zamanda anayasal bir kurum olarak; yargıçların öznel ve nesnel tarafsızlığının da öncülüdür.

Umutla yeni bir adli yıla başlarken, önceki deneyimlerimiz; kanun yaparak borçlu-alacaklı, kiracı-ev sahibi, işçi-işveren, suçlu-toplum, iktidar-muhalefet arasındaki sorunların engellenemeyeceğini; mahkemeler kurarak hukuksal sorunların çözülemeyeceğini; salt kurallar ve bunları uygulayan mahkemelerin varlığı ile  toplumun adalet gereksiniminin tatmin edilemeyeceğini göstermektedir. Ülkemizde, adalet için yargının işleyişi, bağımsızlığı ve yargıçların tarafsızlığı bakımından pek çok sorun  önümüzde  çözüm beklemektedir:

-Siyasal, kültürel, ekonomik bütün diğer nedenleri bir yana bıraktığımızda dahi; uyuşmazlıkların niceliksel fazlalığının ürettiği iş yükü nedeniyle makul sürelerde tamamlanamayan yargılamaların “adil yargılama ilkesi” bakımından doğurduğu olumsuzluklar, toplumun adalet gereksinimi bakımından derin tatminsizlik oluştururken; yargılama süreçlerini de işlevsizleştirmektedir.

-Kamuoyunun dikkatini çeken, siyasal sonuçları da olan soruşturma ve yargılama süreçlerinde; siyasal süreçlerle örtüşen zamanlamalar, gözaltı ve tutuklama gibi güvenlik tedbirlerinin her biri cezalandırma biçimini almış ölçüsüz uygulamalar,  gizlilik ilkesinin ve lekelenmeme hakkının ihlali niteliğinde görüntü ve bilgi içeren paylaşımlar, maddi gerçeği ortaya çıkarmaya yönelik soruşturmalarda algı oluşturmaya yönelik olduğu  görüntüsü veren amaçsal sapmalar; ceza adaleti sistemine derin ve yaygın güvensizlik oluştururken; yarın için topluma karşı gerçekten işlenmiş suçlar yönünden toplum vicdanında  meşru bir “cezasızlık” sonucunu doğurabilecektir.

-Toplumsal ve siyasal gündemin önem verdiği yargılamaların yapıldığı mahkemelerde görev yapan yargıçların; verdiği kararlar ve kullandığı oylar sonrasında teamüllere aykırı olarak kıdem ve liyakat ilkeleri ile açıklanamayan biçimde yer değişikliği ile atanmalarına veya yetkilerinin değiştirilmesine yönelik ve giderek cezalandırmaya dönük sonuçları da olan idari tasarruflar; Anayasamız gereği bağımsız bir yargı kurumu olan Hakimler ve Savcılar Kurulunun toplumsal güvenilirlik ve saygınlığını azaltmaktadır. Bu husus Mahkemelerin özellikle yürütme karşısında bağımsızlığına ilişkin ciddi duraksamaların nedeni ve yargıçların tarafsızlığının zorlu bir engeli olarak da karşımıza çıkmaktadır.

-Yargıç ve Savcıların seçiminde; nesnel nitelikte yapılmış bir seçme sınavı sonucunda; neredeyse tamamı Adalet Bakanlığı bürokratlarından oluşan bir kurul tarafından hukuka uygunluk denetimine olanak tanımayan yöntemlerle,  öznel değerlendirmelere dayanılarak, nesnel ve eşit ölçme ve değerlendirme ölçütleri ortaya konulmadan ve mesleki liyakat ilkelerinin gereklerine uyulmadan yapıldığı yolunda kamuoyunda pek çok örneği tartışılan  “mülakat sınavının da”; yargıç ve savcıların tarafsızlığı yönünden ciddi duraksamaların nedeni olduğu açıktır.

-Yargıç ve Savcıların, görevlerinin gerektirdiği toplumsal sorumlulukları nedeniyle mesleki özgüvenleri; hukuksal bilgi ve hukuku uygulama becerilerinin yüksek olması, etik değerleri ile mesleğe yaraşır olmaları ile sağlanacağından; mesleki eğitim ve yeterlilik denetimlerinin nesnel ve eşit biçimde sürekli kılınması gerekmektedir.

-Yargıç ve Savcıların;  toplumsal saygınlığı, güvenilirliği, ekonomik gelecekleri ve mesleki özgüvenlerinin sağlanması için gerekliliklerinin başında; özlük ve ekonomik  hakları ile emeklilik haklarının mesleklerinin toplumsal işlevi ve önemi ile uyumlu düzeye getirilmesi gerekirken; meslektaşlarımızın özellikle mesleklerinin başında yoksulluk sınırında ücretlere mahkum edilmesi, emeklilik bakımından yargıçlar arasında özellikle yüksek yargıçlar bakımından farklılıklar oluşturulması, yargıçların emeklilikleri süresince yoksulluk sınırında bir maaşa mahkum kılınması, mesleklerinin gerektirdiği toplumsal ve ekonomik kısıtlamalara  gönüllü olarak katlanması gereken meslektaşlarımızın, geleceğe güven duygusunu azalttığı kabul edilmelidir.

-Yargının; yargıç ve savcıların seçilmesi,  mesleğe kabulü, atanması, meslekte kariyer yapmasında  kolayca ve nesnel bir biçimde uygulanabilecek kıdem ve liyakat ölçü ve ilkeleri yerine; bugün tarafsızlık anlayışı ile asla bağdaşmayan siyasal iktidara bağlılık ve itaat kültürüne teslim olmuş kişilerle mahkemelerin doldurulması yoluyla kullanışlı bir siyasal aygıt durumuna getirilmiş olduğu görüntüsünün, yargıya yönelik toplumsal güvende derin bir aşınmaya neden olduğu da açıktır.

-Meslektaşlarımızın, yukarıda yer verilen sosyal, ekonomik ve mesleki sorunlarının dayanışma içinde örgütlü bir biçimde çözümlenmesi için uluslararası ve ulusüstü sözleşmelerin örgütlenme özgürlüğüne yönelik kurallarının “iyileştirici etkilerine” dayanılarak 2012 yılında kurulmuş olan Yargıçlar Sendikamızın varlığı; bir yandan hükümet kurumları tarafından uluslararası insan hakları örgütleri karşısında yargı bağımsızlığı ve örgütlenme özgürlüğünün ülkemizdeki iyi örnekleri arasında gösterilirken; bir yandan da “sendikamızın yok hükmünde sayılması için” açılmış davalarla kapatılmaya çalışılarak; hukuk devletinin öncülü  “hukuksal güvenlik” ilkesi yargıç ve savcıların mesleki örgütlenmesi yönünden dahi ağır bir aşınmaya uğratılmaktadır.

-Yargılamanın kurucu unsuru savunmanın öznesi avukatların  mesleki örgütlenmesi olan  baroların gücünü azaltacak “çoklu baro” yolunu açan yasal düzenlemeler, baroların özerkliğine yönelik olarak dünyanın en büyük barolarından biri olan İstanbul Barosunun genel kurulu ile belirlenmiş yönetimine yönelik davalar, savunma görevi gereği avukatların mesleki faaliyetleri nedeniyle soruşturma ve yargılamalara konu edilmesi, bir yandan bağımsız savunmanın gücü ve etkinliğini azaltırken; bir yandan da bazılarının kayırılarak ayrıcalıklaşmasına ve hukukdışı yapılaşmalarla kanun önünde eşitlik ilkesinin ihlali edildiği yolunda bir algının yerleşmesine neden olmaktadır.

Yukarıda yer verdiklerimizin dışında, daha pek çok örneğine değinebileceğimiz toplumun adalet beklentisine, yargının bağımsızlığına, mahkemelerin tarafsızlığına ve yargıç ve savcıların mesleki özgüvenlerine, savunmanın saygınlığı, gücü, güvenilirliğine  dönük olumsuz uygulamalar ve sonuçlarının;  başta yürütme organına, yasamaya, yüksek mahkemelere ve bizzat yargıçlara, kamuoyu yapıcısı basın organlarına, Barolara ve yargı yönetimine ilişkin işlevi nedeniyle özel olarak Hakimler ve Savcılar Kuruluna tarihsel ve toplumsal  sorumluluklar yüklediği kabul edilmelidir.  

Hukuk uygulamacısı yargıç ve savcılar olarak; uyguladığımız hukukun toplumun adalet gereksinimini karşılaması; yargılamaların tarafların adalet beklentisini tatmin etmesi gerektiğine inanıyoruz. Toplumun hukuk aracılığıyla adalete ulaşamamasının nedeni asla hukukun kendisi olmamalıdır. Toplumun yargı yoluyla adalet arayışının sonucunda; adalet yerine elimizde maddi hukuk kurallarının  kalmış olmasının hayal kırıklığını yaşamamalıyız. Bunun için siyasal iktidarın elinde tüm kurumlarıyla siyaseten araçsallaştırılmış bir kanun devleti yerine, hukukun üstünlüğüne dayanan bir hukuk devleti anlayışının tüm kurumlarca benimsenmesi; yargı bağımsızlığının gerek mahkemeler arasındaki işleyiş bakımından, gerekse yasama ve yürütme karşısında gerçekleşmesi;   yargıcın etnik, dini, kültürel değerleri ve siyasal eğilimleri bakımından kendisine karşı da nesnel ve öznel tarafsızlığının sağlanması ve yargı kararlarının kesin nitelikte maddi ve hukuksal sonuçlarının duraksamasız olarak uygulanması gerekmektedir.

Laik ve sosyal bir hukuk devleti olma nitelikleriyle Cumhuriyetimizin; devletin “sosyal devlet” niteliğiyle insan onurunun korunması amacıyla sosyal adaleti sağlamak için kişi ve toplum arasındaki dengeyi de gözeterek, bireye asgari yaşam koşulları sağlamayı görev edinmesi; “hukuk devleti” niteliğiyle eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuki güvenliği sağlayan, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuk kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık bir devlet anlayışını egemen kılması gerekmektedir. Her durumda hukukun, adaletin sağlanması için yaşam hakkını, süreklilik ve güvenirlilik içinde hukuksal güvenliği, çoğulculuğun gerektirdiği ifade ve örgütlenme özgürlüğünü, inanç özgürlüğünü, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını, kadının, engelli bireyin, çocuğun ve dezavantajlı toplumsal kesimlerin korunmasını, seçme ve seçilme hakkını, mülkiyet hakkını, adil yargılanma hakkını, hak arama özgürlüğünü, bireyin kişilik haklarını koruması, toplumsal cinsiyet ayrımcılığının engellenmesini öncelemesi gerektiği tartışmasızdır.

Kısa geçmişte; kadına karşı şiddetin önlenmesine yönelik uluslararası bir sözleşmeden salt bir cumhurbaşkanlığı kararıyla çıkılması, yaşam hakkına yönelik terör saldırılarının, yaşam hakkına yönelik müdahalelerin aydınlatılması ve sorumlularının ortaya çıkarılması için etkili bir yargılama yapılmaması, bir milletvekilinin seçme ve seçilme hakkına yönelik Anayasa Mahkemesince verilen kesin ve bağlayıcı ihlal kararının gereklerinin yerine getirilmemesi, ciddi toplumsal muhalefete karşın hayvanların yaşam hakkına yönelik yasanın çıkarılması, çevresel kırımı önleyici hukukun zayıflatıldığı yasama tasarrrufları, vergi adaletini bozan vergileme ve yeniden yapılandırma düzenlemeleri,  kanun karşısında eşitlik ilkesi ile uyuşmayan infaz rejimi uygulamaları, kamuoyu vicdanında karşılık bulmayan hürriyeti bağlayıcı cezalar, henüz soruşturma aşamasında bizzat kendisi cezalandırma niteliğinde sonuçlar doğuran ölçüsüz güvenlik tedbiri uygulamaları,  ifade özgürlüğüne ve haber alma hakkına yönelik sınırlayıcı yasal düzenlemeler, özellikle siyasal eleştiri sınırlarının daraltılması sonucunu doğuran soruşturma ve kovuşturmaların bu beklentilerin aksine toplumsal bir algıya neden olduğu da açıktır.  Diğer yandan; yurttaşlarımızın inanç özgürlüğünün en temel güvencesi ve farklı inançlara sahip bireylerin bir toplum oluşturabilmesinin en güçlü birleştiricisi  olan laiklik ilkesinin gerektirdiği toplumsal kurumlar ve kurallar;  her geçen gün zayıflatılarak, toplumsal yaşamın dinsel kurallara göre örgütlenmesi eğilimleri artarken; özgür ve yaşamının öznesi  bireylerin yurttaşlık hukukunun anayasal güvenceleri yerine, siyasal iktidara bağlılık ve itaat kültürü yaşama tutunmanın temel dayanakları durumuna getirilmiştir.

 Tüm bu sorunların; devletimizin yüzlerce yıllık anayasacılık, bir aydınlanma devrimi de olan genç Cumhuriyetimizin yüz yılı aşkın demokrasi deneyimleri, yurttaşlarımızın binlerce yıllık birlikte yaşama isteği, toplumumuzun dinsel, etnik, kültürel farklılıklarıyla zenginleşen ülkemizde birlik içinde yaşamanın, birlikte barış içinde  bir gelecek kurmanın en temel gereği olduğu bilinci; toplumun sağduyusu ve karşılıklı hoşgörüsü ile anayasal sistem içinde kalınarak, barışçıl, katılımcı ve rekabetçi  yöntemlerle  çözülebileceğini biliyoruz. Bunun için, her şey aynı kalsa da; salt bakış açımızın değişmesinin ve yeniden kurucu değerlere dönülmesinin  yeterli olduğuna inanıyoruz.

Gelinen yol ayrımında, demokrasimiz daha fazla zarar görmeden, anayasal düzenimizin katılımcı, çoğulcu, açık ve karşılıklı hoşgörüye dayanan değerlerinin aşındırılmasının doğurabileceği tehlikelerin farkında olarak; hemen hukuk yoluyla demokrasimizi güçlendirmek, toplumsal adalet gereksinimini tatmin etmek için tarihin karanlık dehlizlerine terk edilmiş yürütme güdümlü yargı modellerinden uzaklaşmak, toplumun adalet gereksinimine yanıt verebilecek bağımsız ve tarafsız bir yargının oluşması için hep birlikte mücadele etmeliyiz.

Her şeye karşın;  toplumun adalet gereksinimini karşılamada hukukun üstünlüğüne inanarak, tam bir tarafsızlık içinde ve her tür baskıya direnerek büyük bir özveriyle mesleğinin toplumdaki saygınlığı ile yetinerek, mesleki özgüven ve toplumsal sorumluluk anlayışı içinde yargısal görevini yerine getiren meslektaşlarımızın çoğunlukta olduğu bilinmelidir. Binlerce yargıç ve cumhuriyet savcısı, farklı ekonomik, sosyal ve politik nedenlerle giderek hızlanan adlileşme sürecine karşılık, yurttaşlarımızın medeni  ve günlük yaşamlarını doğrudan doğruya etkileyen uyuşmazlıklara hukuksal ve tatmin edici  çözümler  üretme çabası içindedir.

     Biliyoruz; yargıç ve savcıların tarafsızlık yükümlülüğü, yargı bağımsızlığına ve tarafsızlığımıza yönelik aykırı uygulamaların karşısında kişisel durum almasına kısıtlamalar getirmektedir. Yukarıda eleştiri konusu yapılan değerlendirmelere yönelik meslektaşlarımızın sessizliğinin, olanı onaylanma anlamına gelmediğine, aksine suskunluğun tarafsızlık niteliğinin zarar görmemesi için mesleki bir özveri olduğuna inanıyoruz. Yargıç ve savcılarının büyük çoğunluğunun; mesleki saygınlıkları ve özgüvenleri ile ülkemizde adaletin kurulması için tüm ekonomik, sosyal ve mesleki olumsuzluklara karşın, toplumsal ve tarihsel sorumluluklarının gerektirdiği gibi özveri ile görev yaptıklarının bilinmesini istiyoruz.

Bu nedenle; yargıçların mesleki örgütlenme yoluyla yargı bağımsızlığı ve yargıç tarafsızlığının sağlanması, mesleki, ekonomik ve toplumsal sorunların kamuoyu oluşturarak çözümlenmesinde sendikal örgütlenmenin önemini görmelerini ve meslektaşlarımızın örgütlü mücadelemize katılarak savunduğumuz ilke ve değerlere güç katmalarını bekliyoruz.

 Yargı, yasama ve yürütmeye karşın değil, onlarla işbirliği içinde hukuku adalete eviren güçtür. Yargının temel görevi, siyasal iktidarların beklentilerine yanıt vermek değil, toplumun adalet gereksinimini karşılamaktır. Adalet için kanun devleti anlayışının değil; toplumsal ahlak, eşitlik, dayanışma, açıklık, çoğulculuk,  katılımcılık, hoşgörü anlayışı içinde bireyin hak ve özgürlüklerinin mutlaka korunduğu ve devletin kendi hukuku ile mutlaka bağlı bulunduğu, hukuk devleti anlayışının üstün geldiği bir işleyişe ihtiyaç duyuyoruz. Anayasal hukuk devleti ilkesi ve bu ilkenin temel dayanağı olan yargı bağımsızlığı için tüm anayasal güçlerin, meslek örgütlerinin, sivil toplumun ve  basının  sorumlu, özenli ve dayanışma içinde mücadele etmeleri gerektiğine inanıyoruz.

Birlikte, daha mutlu, umutlu ve güçlüyüz…

YARGIÇLAR  SENDİKASI